Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Senin Suçun Değildi

  Hava her zamankinden daha sıcaktı. Ağustos’un kendini sonbahara bırakmasına beş gün kalmıştı. Bir yere yetişmeye çalışır gibi hızlı hızlı yürüyordum. Oysa hiç acelem yoktu. Kafamdaki sesleri kovalarken hızlanmış ve sıcağın da etkisiyle nefes nefese kalmıştım. Dinlenmek için gölge bir yer aradı gözlerim. Aşık paşa camiinin yanındaki çocuk parkı dikkatimi çekti. Ihlamur ağacının altındaki banka yöneldim. Oturdum ve gözlerimi kapattım. Birkaç ay önce olsa ıhlamur çiçeklerinin beni nasıl hapşırtıp, rahatsız edeceğini düşünürken bir anda hapşırmaya başladım. “Çok yaşa” dedim kendime. O sırada parkın yanındaki camiden “El Fatiha” sesi yükseldi. Ölümle yaşam arasındaki o ince çizginin, inciten gülümsemesi yayıldı yüzüme.  Sessiz sakin diye oturduğum park bir anda çocuk bahçesine döndü. Babasıyla cuma namazını kılan çocukların koşuşturması sardı etrafımı. Oradan kalkıp; kendimi Cibali’ye doğru bırakmakla, orada kalıp etrafımdaki seslerin, kafamdaki sesleri susturmasını beklemek aras...
En son yayınlar

Bırak, öleyim.

7 yıl önce bir cenazeye yetişmeye çalışırken otobüste tanıştığım,    yol boyunca benimle ağlayan o an hiç tanımadığım, sonra hayatımın en güzel parçalarından bir olan    Sevim teyze ölmüş geçen hafta. Kızı aradı beni “Sevim teyzeni kaybettik” dedi. “Eşyalarını toplarken, günlüğündeki satırlarda sana rastladık çok kez, günlükleri sende kalmalı diye düşündük. Karamürsel’e geldiğinde bize mutlaka uğra...”  12.05.2013 Sana mecbur kalmamak için, kendime mecbur kaldım. Sen kendine mecbur kalmak nedir bilir misin? Hiç aynanın karşısına geçip ağladın mı haline, gözyaşını silmek istersen kestin mi aynadaki çatlaklarla ellerini? Seni taklit eden yansımana üzüldün mü hiç? Başkasını o halde görsen kahrolursun, ama kendine mecbur kaldıysan uzun uzun bakar sadece biraz üzülürsün.  Seninle daha doğrusu, senin hatıralarınla bir daha karşılaşmamak için uzun uzun yürüyüşler yapmayı en sevdiğim sahile bile gitmedim. Zihnimin anı sokaklarında alzaymır olmayı seçtim....

Düş

  Bir düş gördüm ve uyandım zamansız Kirli bir yüz, karanlık bir oda İnançsız biri dua ediyordu başımda Amin diyordu biri, yine de Amin Yutkundum ve su istedim Bitti dediler, sen uyandın ve sular tükendi Ben kimdim de tükendi sular Yutkundum ve su istedim Yine de Amin dedi biri, ne dilediyse kabul olmak üzereydi İnançsız biri eğildi kulağıma; ben sana inandım ama uyandın tükendi dedi sular Karanlık odada, kirli bir yüz; hadi uyu ve temizle beni dedi Uyumayı bilmiyordum. Tekrar gözlerimi kapatabilirsem, yağacak mıydı dünyanın her bir kıtasına yağmurlar? Bir düşün ortasında bir düş daha gördüm Gökyüzü aynalarla kaplanmış, bulut gibi dağılan her bir parçada ağlayan bir çift göz... Ne tarafa koşsam, o tarafta belirdi aynalar ve yüzüme doğru aktı tüm gözyaşları... Her bir damlada kir aktı yüzümden Bir düşün ortasında temizlendi yüzüm... Bir başka düşte, birinin dileği kabul oldu Ben gözlerimi yumdum ve masum kaldı dünya Yağmur yağdı ve temizlendi her yüz Uyandım ve anladım;  yeteri...

Çünkü;

 “Beynimin bir kenarında “yapılmayanlar”ın hesabını sorduğum bir köşem var. İyi ya da kötü yapılan hiçbir şeyin hesabıyla uğraşamam. Yapılan yapılmıştır. Sonucu fayda ya da zarar. Ama ya yapılmayanlar? Benim yapmadıklarım değil, benim için yapılmayanlar... Belki Halil için yapılmayanlar, Zehra için yapılmayanlar, Ayşe için, Yusuf için, Mustafa için, Reyhan için... İçin için biriken ama için için yapılmayanlar. Bir sabah; 5 yıl önce onun için yapılmayan bir şeyi düşünüp ağladı Ayşe. Yapmayan farkında bile değildi. Farkında olsa belki 5 yıl önce ağlatır ama asla 5 yıl sonra ağlatmazdı Ayşe’yi. Bir gün; anne babasından bütün çocukluğunun hesabını sormak istedi Halil. “Bana bunu neden yaptınız?” isyanı koparmak istedi. Sonra vazgeçti. Vazgeçti çünkü onun için yapılmayanların yanında yapılanlar neydi ki? “ Bu yazıya 10 Nisan’da başlamıştım ve bitirememiştim her zaman ki gibi... Sonrası zaten çok karışık. 11 Nisan ağrılar... 12 Nisan daha büyük ağrılar... 13 Nisan kaos... 14 Nisan kabus,...

sur

  hiç demir yalamadan bilmek kandaki metalik tadı hiç görmeden inanmak ve dilenmek tanrıdan hiç sevilmemişken daha öğrenebilmek sevdalanmayı hiç ölmeden daha korkmak bir daha uyanamamaktan hepsi aynı kapı hepsi aynı yanılgı sanki bir beni bir de bilinmezlikleri yaratmış tanrı insan mı? insan, bilinmezliğin göbek adı ba'sü ba'de'l mevt sur'a ikinci kez üflenmiş ve sanki bir tek benim çürüyen bedenim kalkmış ayağa üzerimde mor bir elbise cebimde sakız kulağımda sallanan bir küpe etrafta kimseler yok bakınmışım devasa kapıları olan cennet sıcaklığı çok uzaktan hissedilen cehennem nerede diye benden ve aydınlıktan başka bir şey görememişim hiçbir yerde çürümek yetmiyormuş belirsizlikleri yok etmeye hep bugünü beklemiştim oysa ilahi adalet yerini bulacak ve herkes hak ettiğini alacak diye bütün insanlık dev bir ekrandan izleyecekti yaptığı kötülükleri moraracaktı utançtan yüzleri ayaklar altında çiğnenecekti zalimler sallandırılacaktı bir meydanda masumların gözünden yaş ...

Ayakkabı

   Yeni bir ayakkabı aldım geçen gün, dizlerime kadar uzun böyle. Çıkarmadım ayağımdan giydiğim ilk gün yatana kadar. Kimseyi umursamadan bastım halılara, paspaslara, yeni silinmiş parkelere... Sıcak tutuyordu. Galiba biraz da sevdim. Gecenin sonunda acıttı canımı, çıkarttım. Bir daha giymem dedim seni, acıtmasaydın. Bir şey demedi, çünkü ayakkabılar konuşamaz. Bazı insanlar da... Geçen gün demişken; doktor operasyondan önce 2018 yılına ait biyopsi sonuçlarını da getir, göreyim dedi. Getiremem dedim, bulamam şimdi. Hiç tanımadığım insanlar benden geçmişimi önlerine getirmemi istiyor. Götüremem. Baş edemediğim sindirim sistemimle ilgilensin diye gittiğim doktor önce kalbimi dinledi. “Biri... Kalbimi dinledi...” Tıpça bir şeyler söyledi anlamadım, bir tuhaflık varmış. Operasyona gelmeden önce mutlaka kardiyoloji uzmanı görsün seni. Var mıydı? dedi bir hastalığın. Yok dedim, atıp duruyor işte. Sol elin de çok titriyor, tansiyonun çok düşük. Kararmıyor mu dedi hiç gözlerin. Yok de...

Dur.

  Dik dur! Omuzlarım her düştüğünde içimden tekrar ettiğim tek cümle; “dik dur!” Otururken yaslanmıyorum da arkama, taze yara var sırtımda. Kanar sonra. Pardon son açılan yara. Yalan söyledim sadece dik dur demiyorum kendime. Bazen ekliyorum; “dik dur eğilme bu taraftar seninle...” Başka zaman olsa bağıra bağıra gülerdim buna. Gülmüyorum, o kadar holigan hissetmiyorum daha. Dün akşam annem, isyan ediyordu bir arkadaşına telefonda; “ben hep iyi gözükürüm zaten, bir şey belli etmem kimseye” diye. Göz göze geldik o sırada, gözleriyle “biliyorum sen de” dedi bana... Annem; gözleriyle bir benimle konuşur bir de babamla... Ben dinlemem, bakmam bazen anneme ama babam; anlatacak bir şeyleri vardır belki diye gözlerini ayırmaz annemin gözlerinden... Bir akşam ben de şöyle demiştim arkadaş ortamında; “kendimi kötü hissettiğim bir konuda, hemen tepki vermem, üzmek istemem sevdiklerimi. Önce geri çekilip bir düşünürüm... Değer mi? diye sorarım kendime...” Çok geçmeden kendimi kötü, yalnız, umu...