Ana içeriğe atla

Çünkü;








 “Beynimin bir kenarında “yapılmayanlar”ın hesabını sorduğum bir köşem var.

İyi ya da kötü yapılan hiçbir şeyin hesabıyla uğraşamam. Yapılan yapılmıştır. Sonucu fayda ya da zarar. Ama ya yapılmayanlar?

Benim yapmadıklarım değil, benim için yapılmayanlar...

Belki Halil için yapılmayanlar, Zehra için yapılmayanlar, Ayşe için, Yusuf için, Mustafa için, Reyhan için... İçin için biriken ama için için yapılmayanlar.

Bir sabah; 5 yıl önce onun için yapılmayan bir şeyi düşünüp ağladı Ayşe.

Yapmayan farkında bile değildi. Farkında olsa belki 5 yıl önce ağlatır ama asla 5 yıl sonra ağlatmazdı Ayşe’yi.

Bir gün; anne babasından bütün çocukluğunun hesabını sormak istedi Halil. “Bana bunu neden yaptınız?” isyanı koparmak istedi. Sonra vazgeçti. Vazgeçti çünkü onun için yapılmayanların yanında yapılanlar neydi ki? “

Bu yazıya 10 Nisan’da başlamıştım ve bitirememiştim her zaman ki gibi... Sonrası zaten çok karışık.

11 Nisan ağrılar...

12 Nisan daha büyük ağrılar...

13 Nisan kaos...

14 Nisan kabus, endişe, narkoz, uyanmak ya da uyanamamak, daha büyük ağrılar, doktorun bu halde kurtulmuş olman mucize demesi, herkesin “geçti” artık demesi ama geçmediğini bilmem ve beklemek...

15, 16, 17, ... 26 Nisan geldi geçti ama geçmeyen bir şeyler olduğu hakkında doktor dahil kimseyi ikna edemedim.

Ve 27 Nisan; sar başa...

Artık ikna olan doktor, yeniden imzalanan ameliyat evrakları, daha uyumamışken kesilen ameliyat önlüğü, anestezistten duyduğum son cümleler ve uyku...

Uyumadan önce hatırladığım son şey; çıplak olmaktan ne kadar utandığım ve refleks olarak üstümü örtmeye çalışmam...

Uyandıktan sonra ilk hatırladığım şey ise; serviste benimle ilgilenen hemşirenin gelip, ameliyathanedeki hemşirelerden birine hatırlamadığım bir konu hakkında kızması. Benim o sırada ameliyathaneki hemşireye gülümsemem ve onun da diğer hemşireye bak hasta gülümsüyor, sorun yok demesi.

Neden gülümsediğimi hatırlamıyorum çünkü odaya geldiğimde acıdan ağlıyordum. “Ben her zaman, ne olursa olsun gülümserim” derdim insanlara öyleymiş.


 İkinci kez aynı şeyleri yaşamak öyle ağır gelmişti ki... Yürümem gerekiyordu, yürüyemedim. Bir şeyler yemem gerekiyordu, yiyemedim. Uyumam gerekiyordu, uyuyamadım. Moralimi yüksek tutmam gerekiyordu, ağlaya ağlaya tuttum.

Bu süreçte benim için “yapılmayan” tek şey doktorun ilk seferde bir şeyleri eksik bırakmasıydı. İkinci seferden sonra “ben böyle olacağını tahmin etmemiştim” dedi. Zaten herkes öyle der doktor. Yapmaz ve kötü bir sonuçla karşılaşacağımı tahmin edemezdim der.

Sayende benim için yapılmayanların hesabını sormaktan da vazgeçtim doktor, canım artık acımış olduktan sonra ne fark eder?

Ama benim için korkunç geçen uzun günlerden sonra benim için yapılanlardan bahsetmemek haksızlık olur.

Her gözümü açtığımda elimi tutan birileri vardı. Ağladığımda göz yaşlarımı silen, her fırsatta benim için dua eden, ben inanamasam da “geçecek” diyen, hastaneden bir dakika olsun ayrılmayan birileri vardı. İyi ki vardı.

Ve sarı seroncu hemşireler... Hep imdadıma yetişen, ağrı kesicilerle koşup gelen, kardeşiyle ilgilenir gibi ilgilenen hemşireler... Ve gecenin üçünde serum takarken bana temas bağımlısı olduğunu anlatan hemşire ile bir başka gece trabzonsporun şampiyon oluşunu kutladığımız hemşire de kayda değerdi tabii :)

Bir de her şerde bir hayır vardı. O hayrı daha şer bitmeden gösterdi bana Allah. Hala her şey çok karmaşık ama bazı mucizeler oldu. Canım acırken bile düşününce mutlu hissettiren şeyler... İyi ki oldu.

İyileşiyorum şimdi... Neler olmuş öyle diye soranlara; “abartmayın narkoz bağımlısıyım sadece” diyorum. Acım bende kalsın diğer herkes rahatça gülümsesin istiyorum.

Kan verme bağımlısıydım önceden, hastanede geçen haftalar boyunca elimde ve kolumda oluşan damar haritaları yüzünden ondan da vazgeçtim. Allah katına ulaşan trombosit değerlerimde düşüş var mı diye kontrol ettirmem gerekirken erteliyorum. Ya da artık tekrar sorunlarla karşılaşmaktan korkuyorum.

Neyse işte iyileşiyorum. Belki İstanbul’u özlemişimdir diye küçük bir İstanbul turu yaptım geçenlerde. Hiç özlememişim. İstanbul'a ilk taşındığımda hissettiğim o heyecanı ve her adım attığımda hissettiğim büyüyü kaybetmişim. Sol ayak bileğimde yazılı “kayıp” dövmesi gibi kayıp benim için İstanbul’da harcadığım her saniyem... Ama hala güzel ve huzurlu Sent Antuan Kilisesinde zaman geçirmek.

Ve çok güzeldi yaktığım mumun hemen devrilmesi.


 Onca kalabalığın içinde yapayalnız hissettiğim çok gün olmuştu o şehirde...

Ama bu son seferde, onca hissizliğe rağmen hiç yalnız hissetmemek galip geldi. İyi ki...





Fiziksel olarak iyileşirken, senin psikolojin az bozulmuş biraz daha bozalım diyenler oldu. Hatta bana şu cümleleri ağlayarak yazdırdılar;

“Hiç incinmesinler, ayakları taşa değmesin diye gözümü kırpmadan bir şeyler yapmaya çalıştığım insanların; ayaklarının önüne taş gelince, taşı bana doğru tekmeleyeceklerini hiç düşünmemiştim. Ben arkamda dağlar var zannederken benim arkam çukurlar ve kuyularla doluymuş...”

Hiçbirinden hesap sormadım, kalplerini kırmadım ve affettim.

“Yapmadım”, “ben haklıyım” demedikleri ve dürüst oldukları için...

Çukur ya da kuyu olsalar da arkamda, gelip yanlışlarını gözlerimin içine bakarak yaptılar.

Arkamda çukur ya da kuyuların olması, sırtımda bıçak izlerinin kalmasından iyidir. Artık sırtımı nereye yaslamayacağımı biliyorum. “Bak burası olmaz” dediler, öğrendim ve düşmedim. Teşekkür ederim.

İyileşiyorum çünkü; gecenin üçünde yaptığım ve tek bir anını unutmayacağım o yolculuk, her karanlık yolculuğun sonunda aydınlığa ulaşmak, arabanın sağ koltuğuna dökülen ve temizlenmeyen ruj izi, a-101 reklamına bağırarak eşlik etmek, her şeye rağmen gülebilmek, her şeye rağmen yanında olan insanların olması, tarçınlı çörek yemek, yeni yerler keşfetmek, hayal etmek, dilemek, biri “nerdesin sen” dediğinde kahkaha atmama sebep olan anılar, daima sıcacık bakan gözlerle karşılanmak, sahilde ayran içmek, Z kuşağının iğrenç müzikleriyle dans etmek, mırmır’ın yeni kediyle hiç anlaşamayıp ama ona hiç kıyamaması, medet ummamak, şüphelerle yaşamamak, uyanmaya korkmamak, pişman olmamak ve affetmek çok güzel...



İyileşiyorum çünkü; Halil, Zehra, Yusuf, Ayşe, Mustafa ya da Reyhan değilim ben.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Senin Suçun Değildi

  Hava her zamankinden daha sıcaktı. Ağustos’un kendini sonbahara bırakmasına beş gün kalmıştı. Bir yere yetişmeye çalışır gibi hızlı hızlı yürüyordum. Oysa hiç acelem yoktu. Kafamdaki sesleri kovalarken hızlanmış ve sıcağın da etkisiyle nefes nefese kalmıştım. Dinlenmek için gölge bir yer aradı gözlerim. Aşık paşa camiinin yanındaki çocuk parkı dikkatimi çekti. Ihlamur ağacının altındaki banka yöneldim. Oturdum ve gözlerimi kapattım. Birkaç ay önce olsa ıhlamur çiçeklerinin beni nasıl hapşırtıp, rahatsız edeceğini düşünürken bir anda hapşırmaya başladım. “Çok yaşa” dedim kendime. O sırada parkın yanındaki camiden “El Fatiha” sesi yükseldi. Ölümle yaşam arasındaki o ince çizginin, inciten gülümsemesi yayıldı yüzüme.  Sessiz sakin diye oturduğum park bir anda çocuk bahçesine döndü. Babasıyla cuma namazını kılan çocukların koşuşturması sardı etrafımı. Oradan kalkıp; kendimi Cibali’ye doğru bırakmakla, orada kalıp etrafımdaki seslerin, kafamdaki sesleri susturmasını beklemek aras...

Nazife Hala

Nazife Halam, Emine yengeyle evlenmeden önce askermiş, Kara kuvvetlerinde hatırı sayılır bir mertebedeymiş. Evlendikten 3 yıl sonra Diyarbakır’da bir köye tayin emri gelmiş. Halam, ilk başlarda yengemi oraya götürmek istememiş. “Ben karımı çatışmaların içinde yaşatamam” demiş. Ama bir süre sonra Emine yengenin kararlılığını görünce “tamam” demiş. Zaten en başından beri karısından ayrı kalma fikri içine sinmemiş ama seçimi o yapsın istemiş.  Emine yenge, annemin anlattığına ve elimizde kalan fotoğraflarda gördüğüme göre kusursuz bir güzelliğe sahipmiş. Kusursuz olan tek şeyi güzelliği değil, halama karşı olan olan aşkı da öyleymiş. Yaydığı güzel enerjiyle bunu fark edemeyen insan olamazmış.  Ben sadece halamın yıllardır dinmeyen aşkının şahidiyim. Çok sevdiği karısının halama karşı bakışlarını hiç göremedim.  Benim doğduğum yıl taşınmışlar Diyarbakır’a... Ben 3 yaşındayken de Emine yengem vefat etmiş.  Şimdi 18 yaşındayım, Nazif amcam 15 yıldır ha...

Bırak, öleyim.

7 yıl önce bir cenazeye yetişmeye çalışırken otobüste tanıştığım,    yol boyunca benimle ağlayan o an hiç tanımadığım, sonra hayatımın en güzel parçalarından bir olan    Sevim teyze ölmüş geçen hafta. Kızı aradı beni “Sevim teyzeni kaybettik” dedi. “Eşyalarını toplarken, günlüğündeki satırlarda sana rastladık çok kez, günlükleri sende kalmalı diye düşündük. Karamürsel’e geldiğinde bize mutlaka uğra...”  12.05.2013 Sana mecbur kalmamak için, kendime mecbur kaldım. Sen kendine mecbur kalmak nedir bilir misin? Hiç aynanın karşısına geçip ağladın mı haline, gözyaşını silmek istersen kestin mi aynadaki çatlaklarla ellerini? Seni taklit eden yansımana üzüldün mü hiç? Başkasını o halde görsen kahrolursun, ama kendine mecbur kaldıysan uzun uzun bakar sadece biraz üzülürsün.  Seninle daha doğrusu, senin hatıralarınla bir daha karşılaşmamak için uzun uzun yürüyüşler yapmayı en sevdiğim sahile bile gitmedim. Zihnimin anı sokaklarında alzaymır olmayı seçtim....