Ana içeriğe atla

Yüz’leş

Ne çok çaresizlik yüklü omuzlarında...
Ne çok yalan birikmiş ovalamadan yıkadığın avuçlarında...
Gideceğin yerler, kalacağın yerlerden çok olmuş.
Ne çok kovulmuşsun ummadığın kapılardan...
Ne çok aramışsın paspas altında anahtar.
Ne çok istemişsin zillere basıp kaçmak...
Ne çok yetişmemiş ellerin, zile basabileceğin noktaya.
Parmak uçlarını kırmışlar senin, nasıl da yükselememişsin bir daha.
Kir akıyor yüzünden, çamura bulanmış gözlerin, bakışların umutsuzluktan daha öte.
Neden hissedemedin yaklaşan kıyameti? İlla ki görmen mi gerekirdi ateşi? Hissedemedin mi tenini yakmaya hazırlanan sıcaklığı, kulağını sağır edecek çığlıkları, saniyede 35 kez ölmek isteyeceğin korkunç karmaşayı?
Ne çok var olmadan, yok olmuşsun yine...
Ne çok var hissettirip, yokluğuna çekmişsin güzelim yürekleri... Tek kelimenle dünyayı yakabilecekleri...
Neden güzel yüzün bu kadar? Neden ellerin ince? Neden bu kadar sert o ağzından çıkan sözlerin? Neden burnun sadece pislik kokusu almak için var? Neden kulakların kendi selasını duymuyor?  Neden kaşların yay gibi görünmekle kalmayıp, ok fırlatıyor her öfkeyle baktığında, insanların yüzlerine? Neden ellerin insanlara dokunsan kırılacakmış kadar ince? Neden küçük ayakların? Büyük büyük adımlar atıp çok insan sollayabilecekken hele.
Neden huzursuzsun bu kadar? Neden çamaşır astığın mandallar biliyor sadece yaptığın yanlışları, kaçırdığın durakları?
Ne kadar sessizsin yeryüzünde, keşke mandal olsam da bana konuşsa diye iç geçirtiyorsun seni seven insanlara yine...
Ne çok insan benziyor birbirine... Sen neden yabancısın her gün onlarca kez aynada baktığın, kendi yüzüne? 
Kalbindeki o yara geçmeyecek mi sanıyorsun, en büyük yara benim deyip yarışıyor musun? 
Yarışın başlangıç noktasındaki sen ile bitiş çizgisindeki sen arasındaki intikam ateşini göremiyor musun? 
Durup durup, kendine vuruyorsun, kendine yıkılıp, kendinden korkuyorsun...
Geceye sarılıyorsun, sabahın ilk ışıklarını intihar sanıyorsun...
Uyanmayı erteliyorsun, rüyalarından mucize bekleyip, gerçeklere haksızlık ediyorsun...
Bir kez olsun inanmak istiyorsun, iki kez yanılmanın hatrı kalacak diye korkuyorsun...
Kaçarak yaşamayı seviyorsun... Kaçarken kaçırdıklarını, yaşarken unutulduklarına sayıyorsun. 
Henüz konuşamayan küçük bir çocuğa adını soruyorsun, çocuğun yüzündeki anlamsız bakışlarda kendini buluyorsun.
Bir kedinin başını okşuyorsun, bunu kedi için yapmıyorsun, hissetmeyi hatırlamak istiyorsun.
Her gün evine yürürken kurumuş, cansız topraklarla çevrili bahçeyi sulayan adamı görüp, kalbini yokluyorsun; yıllarca umut yetiştirmeye çalıştığın hayatta, o kurumuş toprak mısın yoksa ısrarla toprağını sulamaya çalışan adam mısın bilemiyorsun. 
El açıyorsun, dua ediyorsun alışkanlık edindiğin kelimeleri ardı ardına sıralıyorsun, inanmıyorsun, teslim olman bile hak değilken sen esir oluyorsun.
Düşünsene ne zamandır şarkı söylemiyorsun? Gerçi sen başkası şarkı söylerken ona eşlik etme fikrinden korkuyorsun. Yalnızlık orucunu; duyarsız kalamayacağın bir gülüşle karşılaştığında bozacaksın, bilmiyorsun.
Keskin çizgilerin varmış gibi görünüyorsun; kendi çizgilerin üzerinde yürümeye çalışırken kendi ayaklarını kanatıyorsun. 
Annenin bile yara bandı olamayacağı yarıklarla dolusun. 
Sevilmediğini düşündüğün için mahcupsun, kendini sevmediği için mağdursun. 
Belki de bunların aksine sevildiğine emin olduğun için hala şımarık bir çocuksun. 
Lütfen artık gülümse, dedim ya seviliyorsun işte... şımarma şükret, düne, bugüne...
Yarına; dünü başkalarına yaşatmış, bugün kendine bir şey kalmamışlar üzülür. Sen üzülme. 
Geçti de... Önce ikna et kendini, sonra yay çevrene, burukluğunu söküp attığın muhteşem enerjini...


Geçti**

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Senin Suçun Değildi

  Hava her zamankinden daha sıcaktı. Ağustos’un kendini sonbahara bırakmasına beş gün kalmıştı. Bir yere yetişmeye çalışır gibi hızlı hızlı yürüyordum. Oysa hiç acelem yoktu. Kafamdaki sesleri kovalarken hızlanmış ve sıcağın da etkisiyle nefes nefese kalmıştım. Dinlenmek için gölge bir yer aradı gözlerim. Aşık paşa camiinin yanındaki çocuk parkı dikkatimi çekti. Ihlamur ağacının altındaki banka yöneldim. Oturdum ve gözlerimi kapattım. Birkaç ay önce olsa ıhlamur çiçeklerinin beni nasıl hapşırtıp, rahatsız edeceğini düşünürken bir anda hapşırmaya başladım. “Çok yaşa” dedim kendime. O sırada parkın yanındaki camiden “El Fatiha” sesi yükseldi. Ölümle yaşam arasındaki o ince çizginin, inciten gülümsemesi yayıldı yüzüme.  Sessiz sakin diye oturduğum park bir anda çocuk bahçesine döndü. Babasıyla cuma namazını kılan çocukların koşuşturması sardı etrafımı. Oradan kalkıp; kendimi Cibali’ye doğru bırakmakla, orada kalıp etrafımdaki seslerin, kafamdaki sesleri susturmasını beklemek aras...

Nazife Hala

Nazife Halam, Emine yengeyle evlenmeden önce askermiş, Kara kuvvetlerinde hatırı sayılır bir mertebedeymiş. Evlendikten 3 yıl sonra Diyarbakır’da bir köye tayin emri gelmiş. Halam, ilk başlarda yengemi oraya götürmek istememiş. “Ben karımı çatışmaların içinde yaşatamam” demiş. Ama bir süre sonra Emine yengenin kararlılığını görünce “tamam” demiş. Zaten en başından beri karısından ayrı kalma fikri içine sinmemiş ama seçimi o yapsın istemiş.  Emine yenge, annemin anlattığına ve elimizde kalan fotoğraflarda gördüğüme göre kusursuz bir güzelliğe sahipmiş. Kusursuz olan tek şeyi güzelliği değil, halama karşı olan olan aşkı da öyleymiş. Yaydığı güzel enerjiyle bunu fark edemeyen insan olamazmış.  Ben sadece halamın yıllardır dinmeyen aşkının şahidiyim. Çok sevdiği karısının halama karşı bakışlarını hiç göremedim.  Benim doğduğum yıl taşınmışlar Diyarbakır’a... Ben 3 yaşındayken de Emine yengem vefat etmiş.  Şimdi 18 yaşındayım, Nazif amcam 15 yıldır ha...

Bırak, öleyim.

7 yıl önce bir cenazeye yetişmeye çalışırken otobüste tanıştığım,    yol boyunca benimle ağlayan o an hiç tanımadığım, sonra hayatımın en güzel parçalarından bir olan    Sevim teyze ölmüş geçen hafta. Kızı aradı beni “Sevim teyzeni kaybettik” dedi. “Eşyalarını toplarken, günlüğündeki satırlarda sana rastladık çok kez, günlükleri sende kalmalı diye düşündük. Karamürsel’e geldiğinde bize mutlaka uğra...”  12.05.2013 Sana mecbur kalmamak için, kendime mecbur kaldım. Sen kendine mecbur kalmak nedir bilir misin? Hiç aynanın karşısına geçip ağladın mı haline, gözyaşını silmek istersen kestin mi aynadaki çatlaklarla ellerini? Seni taklit eden yansımana üzüldün mü hiç? Başkasını o halde görsen kahrolursun, ama kendine mecbur kaldıysan uzun uzun bakar sadece biraz üzülürsün.  Seninle daha doğrusu, senin hatıralarınla bir daha karşılaşmamak için uzun uzun yürüyüşler yapmayı en sevdiğim sahile bile gitmedim. Zihnimin anı sokaklarında alzaymır olmayı seçtim....