Ana içeriğe atla

Bırak, öleyim.

7 yıl önce bir cenazeye yetişmeye çalışırken otobüste tanıştığım,  yol boyunca benimle ağlayan o an hiç tanımadığım, sonra hayatımın en güzel parçalarından bir olan  Sevim teyze ölmüş geçen hafta. Kızı aradı beni “Sevim teyzeni kaybettik” dedi.
“Eşyalarını toplarken, günlüğündeki satırlarda sana rastladık çok kez, günlükleri sende kalmalı diye düşündük. Karamürsel’e geldiğinde bize mutlaka uğra...” 

12.05.2013
Sana mecbur kalmamak için, kendime mecbur kaldım. Sen kendine mecbur kalmak nedir bilir misin? Hiç aynanın karşısına geçip ağladın mı haline, gözyaşını silmek istersen kestin mi aynadaki çatlaklarla ellerini? Seni taklit eden yansımana üzüldün mü hiç? Başkasını o halde görsen kahrolursun, ama kendine mecbur kaldıysan uzun uzun bakar sadece biraz üzülürsün. 
Seninle daha doğrusu, senin hatıralarınla bir daha karşılaşmamak için uzun uzun yürüyüşler yapmayı en sevdiğim sahile bile gitmedim. Zihnimin anı sokaklarında alzaymır olmayı seçtim. 
Hatırlarken gözlerimin dolduğu, hayata dair tek bir kötülükle karşılaşmasın diye pamuklarla sarılmış o küçük kızı nasıl bu kadar üzebildin? Onu büyütmek mi istedin, yoksa onun gözünde mi büyümek istedin? 
Çok çirkinsin;  baktığımda başımı ağrı kaplayacak detaylar yüzünde. Dünyanın en güzel rengini gözlerinde barındırarak niye o renge yazık ettin? Alnının yazısını silebilmek için mi kırıştırdın bütün yüzünü? Dişlerin ne kadar sivrileşmiş, tuttuğunu koparan bir adam olmak mı için miydi kendine eziyetin?
66 yaşındayım, 2 torunum var 3 çocuğum. Seni hiç unutmadım; seni unutsaydım büyüttüğüm evlatlarım, baktığım torunlarım sana benzemesin, dünya daha da kötüleşmesin diye uğraşmazdım. İyi ki varsın; iyi ki bu kadar kötüsün ki güzel insanlarla yeniden inşaa ettim kalbimi. 
Kocaman bahçem var, ektiğim, bir bebekmiş gibi ilgilendiğim çiçeklerim... Sen iyi biri olsaydın senin için de bir ağaç dikerdim. Ama sen kötüsün, mezarının üstündeki çiçekleri bile çürütürsün. Sahi ölebildin mi? Bazen ölümsüz olabileceğin geliyor aklıma; o kadar “ah”la nasıl teslim edebilir ki bir insan canını... Hala bir yerlerde uyuyabiliyorsan, demek ki hiç değişmemişsin... Değişseydin başını koyduğun yastıkları tuğla ederdi, o hiç tanışmadığın vicdan... Kirpiklerini diken yapardı, huzursuzluğuna eşlik eden katlanılmaz gerçekler... 
Yaşlanıyorum... Bugün tanımadığım bir genç kızla, cenazesine gittiği bir başka genç kız için ağladım. Adı Sema, öyle içten sarıldı ki bana, bir an kendime gelemedim en son birinin bana böyle sarıldığını hissettiğimde 25 yaşında, senin kollarındaydım. Sema Hediye ablasına ağlarken, ben de biraz bencillik yapıp kendime ağladım. Tüm dünyanın bana ait olduğunu düşündüğüm, geleceğe karşı çocuklar gibi dil çıkardığım, 25.yaşım... Ve dünyanın yüzüme defalarca tokatlar attığı, geleceğin sadece kabus olduğunu düşündüren 25.yaşım... Ve senin tokatın... Sen gittikten sonra, ben zannettim ki ben hiç 26 yaşına giremeyeceğim, o korkunç yaşta sonsuza kadar hapsedileceğim... Yaşlanıyorum... Bak şimdi 66 oldum. 
Sema’nın ölen hediye ablası, 25 yaşındaymış; keşke dedim içimden keşke 26’yı yakalayabilseymiş, o eşikten geçip hayatının nasıl değişebileceğini görebilseymiş. 
Çok yorgunum, çok hastayım... Eskiden günlüğümü yazdıktan sonra kırmızı rujlu dudaklarımla öperdim sayfayı... Şimdi öksürürken kan sıçratıyorum harflerin arasına... 
Ölecekmişim. Geçen gün torunum İlke fısıldadı kulağıma; “cennete gidecekmişsin, orada güzel şeker varsa bize gönderir misin?” 
Öleyim; hâla masumken çocuklar, hâla birileri ağlabiliyorken ölüp gidenin ardından, hâla varken iyi niyet, hâla sarılmak şifayken yaralara, hâla sevmiyorken seni, başarmışken kendimi affetmeyi... Bırak, öleyim. Hiç tutmadığın yerden bırak, öleyim...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Senin Suçun Değildi

  Hava her zamankinden daha sıcaktı. Ağustos’un kendini sonbahara bırakmasına beş gün kalmıştı. Bir yere yetişmeye çalışır gibi hızlı hızlı yürüyordum. Oysa hiç acelem yoktu. Kafamdaki sesleri kovalarken hızlanmış ve sıcağın da etkisiyle nefes nefese kalmıştım. Dinlenmek için gölge bir yer aradı gözlerim. Aşık paşa camiinin yanındaki çocuk parkı dikkatimi çekti. Ihlamur ağacının altındaki banka yöneldim. Oturdum ve gözlerimi kapattım. Birkaç ay önce olsa ıhlamur çiçeklerinin beni nasıl hapşırtıp, rahatsız edeceğini düşünürken bir anda hapşırmaya başladım. “Çok yaşa” dedim kendime. O sırada parkın yanındaki camiden “El Fatiha” sesi yükseldi. Ölümle yaşam arasındaki o ince çizginin, inciten gülümsemesi yayıldı yüzüme.  Sessiz sakin diye oturduğum park bir anda çocuk bahçesine döndü. Babasıyla cuma namazını kılan çocukların koşuşturması sardı etrafımı. Oradan kalkıp; kendimi Cibali’ye doğru bırakmakla, orada kalıp etrafımdaki seslerin, kafamdaki sesleri susturmasını beklemek aras...

Nazife Hala

Nazife Halam, Emine yengeyle evlenmeden önce askermiş, Kara kuvvetlerinde hatırı sayılır bir mertebedeymiş. Evlendikten 3 yıl sonra Diyarbakır’da bir köye tayin emri gelmiş. Halam, ilk başlarda yengemi oraya götürmek istememiş. “Ben karımı çatışmaların içinde yaşatamam” demiş. Ama bir süre sonra Emine yengenin kararlılığını görünce “tamam” demiş. Zaten en başından beri karısından ayrı kalma fikri içine sinmemiş ama seçimi o yapsın istemiş.  Emine yenge, annemin anlattığına ve elimizde kalan fotoğraflarda gördüğüme göre kusursuz bir güzelliğe sahipmiş. Kusursuz olan tek şeyi güzelliği değil, halama karşı olan olan aşkı da öyleymiş. Yaydığı güzel enerjiyle bunu fark edemeyen insan olamazmış.  Ben sadece halamın yıllardır dinmeyen aşkının şahidiyim. Çok sevdiği karısının halama karşı bakışlarını hiç göremedim.  Benim doğduğum yıl taşınmışlar Diyarbakır’a... Ben 3 yaşındayken de Emine yengem vefat etmiş.  Şimdi 18 yaşındayım, Nazif amcam 15 yıldır ha...