Ana içeriğe atla

Senin Suçun Değildi

 




Hava her zamankinden daha sıcaktı. Ağustos’un kendini sonbahara bırakmasına beş gün kalmıştı. Bir yere yetişmeye çalışır gibi hızlı hızlı yürüyordum. Oysa hiç acelem yoktu. Kafamdaki sesleri kovalarken hızlanmış ve sıcağın da etkisiyle nefes nefese kalmıştım. Dinlenmek için gölge bir yer aradı gözlerim. Aşık paşa camiinin yanındaki çocuk parkı dikkatimi çekti. Ihlamur ağacının altındaki banka yöneldim. Oturdum ve gözlerimi kapattım. Birkaç ay önce olsa ıhlamur çiçeklerinin beni nasıl hapşırtıp, rahatsız edeceğini düşünürken bir anda hapşırmaya başladım. “Çok yaşa” dedim kendime. O sırada parkın yanındaki camiden “El Fatiha” sesi yükseldi. Ölümle yaşam arasındaki o ince çizginin, inciten gülümsemesi yayıldı yüzüme. 

Sessiz sakin diye oturduğum park bir anda çocuk bahçesine döndü. Babasıyla cuma namazını kılan çocukların koşuşturması sardı etrafımı. Oradan kalkıp; kendimi Cibali’ye doğru bırakmakla, orada kalıp etrafımdaki seslerin, kafamdaki sesleri susturmasını beklemek arasında kaldım. Ve nihayetinde orada kaldım. 

Etrafı izlerken, köşeye çekilmiş bir grup dikkatimi çekti. 6-7 yaşlarında bir çocuk yanına birkaç arkadaşını toplamış, bıcır bıcır ama kendinden emin bir şekilde bir şeyler anlatıyor. Arkadaşları da pür dikkat onu dinliyordu. “Liderlik çocukluktan gelir.” dedikleri bu olsa gerek diye söylendim içimden. 

Tekrar gözlerimi kapattım. Çocukluğumu düşünmeye başladım. Çocukluğuma tam inemeden, içsel hesaplaşmayı başlatan tokat gibi soru geldi zihnimden…  

“Kızım, karşına aldığın kaç insan dinledi ki seni sahiden?” 

Ve devam etti… 

“Bir? İki? Yapma ama üç diyebilir misin kendine yalan söylemeden?”

Sorulara cevap vermedim çünkü kendime yalan söylemeyi sevmem. 

6-7 yaşlarındaki çocuğun, liderlik yeteneğinden etkilenip kendi kendimi yerken yükselen bağırış sesleriyle irkilip gözlerimi açtım. 

“Benim babam polis, ben de asker olacağım.” diye bağırıyordu bir çocuk. 

Önemsemedim. Çantamı karıştırdım, içinden bulduğum keki yemeye başladım. Ve artık meşgule atmaktan yorulduğum aramayı cevapladım. 

 

“Baş edemiyorum, bana yardım et.” Dedi telefondaki ses. 

Sırf zengin diye evlendiği kocasının ve canı sıkıldığı için yaptığı çocuklarının hayatlarını yeterince mahvedememiş. Baş edemiyormuş; yaptığı yanlışların, bitmeyen arayışlarının, onu en sonunda yalnızlığa sürükleyecek olan bencilliğinin yüzüne vurulmasıyla…

Çok ağlıyormuş. Artık gözaltı torbaları, poşet çaylar gibi sarkıyormuş yüzünden.

Çirkin hissediyormuş, bu tamamen fiziksel. İçinin çirkinliğini hissedebileceği duygusu bile kalmamış bunu görüyordum her konuşmamızda…

Telefondaki ses, sikindirik hayatını anlatırken, ben “baş edememek neydi ki?” adlı şiirimi yazıyordum kafamda…

Baş edememek neydi ki? Bile isteye yaptığın kötülüklerin karmasını yaşarken hissedilen iç sıkıntı mı?

Yoksa doğru olduğuna inandığın yolda ilerlerken; ayağına takılan taşlar mı? Başkalarının kafasızlığı yüzünden kafanı duvarlara vurduğun anlar mı? Uykuya dalacakken, akan gözyaşlarının nefesini kestiği zor zamanlar mı? Annesinden dayak yiyen çocuğun, başka kimsesi olmadığı için “anne” diye ağlayıp, annesine sarıldığı o çaresizlik mi, baş edememek? 

Baş edememek kötü ve bencil insanların tatil köyü gibi geliyor bana. Dokunulmazlık alacakları, herkesten kaçabilecekleri, özel ilgiyle karşılanacakları bir tatil köyü… Ben hiç baş edemiyorum’lara sığınan iyi bir insanla karşılaşmadım henüz. Kendi omzuna yatıp, kendi saçlarını okşayan iyi insanlar gördüm. İçindeki çığlıkları dışarıya kahkahalarla yansıtan iyi insanlar gördüm. Yarı yolda bırakıldığında dahi ben zaten uzun yol sevmem diyerek kendini teselli eden iyi insanlar gördüm. “Sokarım düzenine, baş edemem ben bu itlerle” deyip köşesine çekilmek yerine “bu düzene ben mi ayak uyduramıyorum acaba” cümleleriyle kendinde suç arayan, kendini yiyip bitirip yine de hiç zayıflamayan iyi insanlar gördüm ben.

 

“Canım nasıl devam edeceğim ben böyle? İçim sıkılıyor yeminle.” dedi telefondaki ses ve ekledi: “Ayy bir de unutmadan, hafta sonu kocişkoyla Londra’ya gideceğiz var mı önereceğin mekan?”

Sabah evden çıkmadan sürdüğüm simli ojelerime bakıp, süslü cümleler kurup kapattım telefonu. 

Bazı insanlara süslemeden cümle kuramazsın. Hayata bir kez olsun pahalı gözlüklerini takmadan bakamayan insanlara fakir cümleler kurulmaz zaten.

Saat epey ilerlemişti. Parkta birkaç çocuk ve otuzlu yaşlarda saçı sakalı birbirine karışmış bir adam kalmıştı sadece. Adamı incelemeye başladım, kendi kendine konuşuyor ve ağaçtan dökülen yaprakları tek tek toplayıp bir poşete istifliyordu. Bazen kahkaha atıp, bazen iç çekiyordu. 

“Asker hazır ol!” diyen bir çocuk sesi duyunca kafamı ona doğru çevirdim. 

O çocuk, parka yeni geldiğimde liderlik yeteneğiyle beni derin düşüncelere daldıran çocuktan başkası değildi. 

“Asker hazır ol! Rahat! Vazgeçtim, Çömel! 

Emir yağdırdıkça yağdırıyor arkadaşları da ona uyum sağlıyordu. Hatta dökülen yaprakları poşete toplayan saçı sakalı birbirine girmiş adam da elinden poşeti fırlatıp, uzaktan onlara katılmıştı. 

Bizim küçük lider hafiften şımarmaya başlamıştı. Muzur bir yüz ifadesiyle daha yüksek seslerle bağırmaya devam ediyordu. 

“Asker sürün! Asker yere yat! Kalk! Rahat! İleri bak! Bana bak!  Kamil sen bakma! Asker su getir!...” Ve en sonunda “Asker kooooş!” dedi ve hepsi birden koşmaya başladılar.

Hızları başımı döndürüyordu ama gözlerimi onlardan alamıyordum. İçimi ısıtan masumiyete teslim olmuştum artık. Bizim küçük lider, onları izlediğimi fark etmiş olmalı ki; koşarak yanımdan geçerken bana kaçamak bakışlar atıyordu. Ben sadece gülümsüyordum. Kaçamak bakışlar atarken bile rengini gizleyemediği güzel gözleriyle, kızarmış yanakları ve piçlikle karışık, utangaç gülümsemesiyle ile bana birini hatırlatıyordu. Bana kalbim kadar yakın birini…

Koşturmalar iyice hızlanmıştı ve herkes birbirini, tuhaf görünümlü adamda küçük lideri kovalıyordu. Küçük liderin, ayağı tahterevalli demirine takıldı. Ve yere yüz üstü düşüşü çok hızlı oldu. Oturduğum banktan kalkıp hemen yanına koştum. Etrafını arkadaşları sarmıştı. Mavi gözlerinden boncuk gibi gözyaşları dökülüyordu. Burnundan akan kanlar, dudaklarına kadar ulaşmıştı. Çantamdan peçete almak için banka doğru yöneldim. O sırada diğer çocuklar; kendilerinin iki katı büyüklüğündeki tuhaf görünümlü adamı itip; “Delisin sen delisin. Onu ittin. Sen yaptın. diye bağırıyorlardı. Geri dönüp, küçük lidere peçeteyi uzatacakken; Küçük liderle birlikte, onlar için deli benim için tuhaf görünümlü olan adamın da ağladığını fark ettim. Küçük lider peçete uzattığım elimi itip bir anda ayağa kalktı.  Arkadaşlarına bağırmaya başladı; “Onun suçu değildi yeter artık onun suçu değildi” dedi ve arkadaşlarının suçladığı adama dönüp koca bir adam gibi; “Senin suçun değildi” dedi. 

Yere uzanıp eline geçen ilk yaprağı alıp; yüzüne bulaşan kanları hızlıca silmeye çalışıp; “bak geçti” dedi. Ve arkasına bile bakmadan koşup uzaklaştı. Arkadaşları da peşinden gitti. Parkta sadece bir poşet dolusu yaprak, ben ve tuhaf görünümlü adam kalmıştık. Elimdeki peçeteyi ona uzattım. “Benim suçum değildi” dedi. “Senin suçun değildi.” dedim.

Çantamı alıp parktan çıkıp, yürümeye başladım. Ne yöne, nasıl adımlarla gittiğimi algılayamıyordum. Sadece yürüyordum ve küçük bir çocuğun bugün bana nasıl boyundan büyük dersler verdiğini düşünüyordum. 

Sıcak ve kurak geçen boğucu yaz ayının bitmesine; sonbaharın gelişine beş gün kala, yirmi altı ağustosta burnuma damlayan yağmur tanesini fark ettiğim an, kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım. Ne kadar süre gökyüzüne öylece bakakaldığımı hatırlamıyorum. Tek hatırladığım; gözyaşlarım, yağmurla karışırken elimi kalbimin üstüne koyup, bebek pışpışlar gibi göğsüme küçük küçük dokunup, “Senin suçun değildi, senin suçun değildi, senin suçun değildi…” diye tekrar ettiğimdi…

 

Eve gelip, yatağıma uzandığımda kendimi uykuya teslim etmeden önce bir dilek diledim.

“Küçük lider, büyük kalbiyle büyüsün… Hayallerini hep yüksek sesle söylesin. Kendi doğrusunda, başkalarının yanlışlarına sırt çevirerek yürüsün. Söylediği bir cümleyle bir sürü kalbe dokunsun. İyiliği, doğruluğu, masumiyeti ve cesaretiyle büyük bedenlerde, küçülen kalpleri utandırsın. Başkaları, içini karanlıklarla doldurmaya çalıştığında; bu sefer kendi kalbine dokunsun…  “Senin suçun değildi.” desin… Ve geçsin…

 

Amin.

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Nazife Hala

Nazife Halam, Emine yengeyle evlenmeden önce askermiş, Kara kuvvetlerinde hatırı sayılır bir mertebedeymiş. Evlendikten 3 yıl sonra Diyarbakır’da bir köye tayin emri gelmiş. Halam, ilk başlarda yengemi oraya götürmek istememiş. “Ben karımı çatışmaların içinde yaşatamam” demiş. Ama bir süre sonra Emine yengenin kararlılığını görünce “tamam” demiş. Zaten en başından beri karısından ayrı kalma fikri içine sinmemiş ama seçimi o yapsın istemiş.  Emine yenge, annemin anlattığına ve elimizde kalan fotoğraflarda gördüğüme göre kusursuz bir güzelliğe sahipmiş. Kusursuz olan tek şeyi güzelliği değil, halama karşı olan olan aşkı da öyleymiş. Yaydığı güzel enerjiyle bunu fark edemeyen insan olamazmış.  Ben sadece halamın yıllardır dinmeyen aşkının şahidiyim. Çok sevdiği karısının halama karşı bakışlarını hiç göremedim.  Benim doğduğum yıl taşınmışlar Diyarbakır’a... Ben 3 yaşındayken de Emine yengem vefat etmiş.  Şimdi 18 yaşındayım, Nazif amcam 15 yıldır ha...

Bırak, öleyim.

7 yıl önce bir cenazeye yetişmeye çalışırken otobüste tanıştığım,    yol boyunca benimle ağlayan o an hiç tanımadığım, sonra hayatımın en güzel parçalarından bir olan    Sevim teyze ölmüş geçen hafta. Kızı aradı beni “Sevim teyzeni kaybettik” dedi. “Eşyalarını toplarken, günlüğündeki satırlarda sana rastladık çok kez, günlükleri sende kalmalı diye düşündük. Karamürsel’e geldiğinde bize mutlaka uğra...”  12.05.2013 Sana mecbur kalmamak için, kendime mecbur kaldım. Sen kendine mecbur kalmak nedir bilir misin? Hiç aynanın karşısına geçip ağladın mı haline, gözyaşını silmek istersen kestin mi aynadaki çatlaklarla ellerini? Seni taklit eden yansımana üzüldün mü hiç? Başkasını o halde görsen kahrolursun, ama kendine mecbur kaldıysan uzun uzun bakar sadece biraz üzülürsün.  Seninle daha doğrusu, senin hatıralarınla bir daha karşılaşmamak için uzun uzun yürüyüşler yapmayı en sevdiğim sahile bile gitmedim. Zihnimin anı sokaklarında alzaymır olmayı seçtim....