“Ne kadar çok sevdiğimden nasıl eminsem, sevildiğimden de o kadar emin değilim.” dedi Ömer, karşımda üçüncü kahvesini içerken.
Benim yanımda alkol tüketmez Ömer.
Sarhoş olup midesinde birikenleri değil, sakince oturup kalbine oturan gerçekleri kusmak istemesinden...
“Gözleri öyle tehlikeli bir silah ki, bir bakışıyla istese vurur beni. Vurmuyor öyle bir gülümsüyor ki yüzüme, dönüp arkama bakıyorum bir başkası mı var oralarda diye.
Ortaokulda futbol takımındaydım, başarılı yetenek vaat eden, kendi çapımda popüler...
Bir gün frikikten gol attım, heyecanla dönüp tribüne baktım. İlk sevgilim Peyker heyecanla alkışlıyor, kocaman gülümseyerek gururla bakıyor. El salladım, görmedi. Dönüp arkama baktım. Okulun en havalı çocuğu gururla tribünleri kesip, gülüşüyle ışık saçıyor.
Maçın ilk yarısı bitti. Peyker gelip, Furkan’ı öptü. Anladım ki benim de ilk yarım orada bitti. Ben de bir daha önümüzdeki maçlara bakamadım. Her maçta, olağanüstü hava koşulları yaşandı maç her seferinde tatil oldu. Kırmızı kar yağar mıymış? Yağıyor İşte...
Hayata 1-0 geriden değil, boş kaleye penaltı atamayan adam olarak başladım ben...”
- Ee bu kadar futboldan örnek vermişken; Bir kahve daha içer miyiz? Ben de bu arada Galatasaray maçı kaç kaç olmuş ona bakarım.
Şaka bir yana çocukluk, gençlik, yaşadıklarım, yaşayamadıklarım artık geride kaldı. Bana inan önümü görebilmek için çok çabaladım. Çabaladıkça derimi etimden kazırcasına intikam aldı hayat benden. Mutlu uyandığıma emin olduğum her sabahın akşamında içimi kemiren belirsizliklerin içinde buldum kendimi.
Ben kıblemi, sevgiye bağlamışım. Pusulaya ihtiyacım yok sevgi kırıntısı görsem bütün kaza namazlarımı bile kılarım. Çok şey istemedim ki hayatıma giren eşten, dosttan, sevgiliden... Benim ki karşılık beklemek değil ki... Kimi sevdiğimi bilmek, kimin sevgisizliğine karşı boşa kürek çekiyorum bunu görebilmek.
Bak sana ne diyeceğim, ben küçükken komşumuz Mihriban teyzeyle annemin konuşmalarını duymuştum. Meğerse ben kaza kurşunuymuşum. İsteyerek doğurmamış annem beni. Hazır değilmiş bana, bir başka çocuğa. Sonra kabullenmiş. Hakkını ödeyemem, el bebek gül bebek büyüttü beni. Düşünüyorum da acaba ondan mıdır bu... Çok sevdiğim birinin sevgisinden emin olamama hali?
Nasılım? Kırmızı oda izlediğim çok mu belli?
“Tüm beyazlar utanç içinde” sözü takılıyor bazen zihnimin en orta yerine. Kirli hissediyorum çoğu zaman kendimi. Hiçbir su, sabun temizlemez o hissi. Ellerimi bile yıkamak gelmiyor bazen içimden. Köpeğimi tuvalete çıkardığımda, elime eldiven takmadan topladım bir kez pisliğini. Kirlenecek daha neyim kalmıştı ki? Korkmuyorum, kirden, mikroptan. Zihnimin kıvrımlarındaki pasları temizleyemediğimden beri.
Bağırmak, haykırmak, ağlamak, gülmek, öksürmek, delirmek, taşmak istiyorum.
Öyle sıkıştım ki ince ince, incine incine ördüğüm o kabuğa.. Öyle ağırlaştı ki o kabuk, yemin ediyorum akıllı tartıları şaşırtıyor, kas oranım fazla gözüküyor.
Başkalarına kalırsa; yıkılmaz, yenilmez, güçlü, sert ve ulaşılmazmış Ömer... Üstten bakıyormuşum insanlara... Yüzümde alaycı bir gülüş varmış hep. Ses tonum yargılar gibiymiş. Sözlerim bıçak keskinliğindeymiş.
Aslında kimim ki ben... Belki uçurtmayım. İpim başkalarının ellerinde... Kuyruğum kısa olsa ayrı, uzun olsa ayrı dert. Elektrik direğine takılıp, bir çocuğun hayalleri yıkmaktan başka bir şey değilim ben. Sertmişim... Ulan buzdolabının yumurta gözünde tek başına kalmış yarım limonum ben. Dışım renkli ama sert kabuktan olsa ne olur. İçim vıcık vıcık, biraz fazla kaçırsalar ekşi tattan başkası değilim ben. Bıçak kadar keskinmiş sözlerim. Her bıçak keskinmiş gibi... Beni bileylemeye kalksalar önce sapım kopar.
Sema, kafam perşembe pazarı gibi. Karmakarışık... Bir yerden taze simit kokusu geliyor, bir yerden şerbeti artık şekerlenmiş halka tatlısı görüntüsü. Bir yandan balıkçı Ağustos sıcağının ortasında “taze hamsilerim var” abla diye bağırıyor. Bir köşede yaşlı bir teyze banyo lifi satıyor. “Evde hasta kocam var” diyor. Ama elleri nasıl buruşuk... Nasıl toprak olmaya istekli...
Konudan konuya atlıyorum. Kusura bakmıyorsun değil mi? Tamam tamam ben sussam bile sen beni dinlersin biliyorum.
Eve gitmek istemiyorum. Sıcak bir duşu, sıcak bir yatağı hak etmiyorum. Deli gibi çalışıyorum. İş yerimin kasvetli ortamıyla besleniyorum. En son ne zaman koltuğuma uzanıp kitap okudum hatırlayamıyorum. Kitap okuyamıyorum çünkü her kelime yer değiştirip, benim hikayemi yazmaya başlıyor sayfalara... Kendi hikayemi okuyabilecek ne göz ne yürek var ben de. Kaçıyorum bu yüzden, beni bana yaklaştıracak her şeyden. Çalışıyorum hep, bazen dalıyorum bir bakmışım; kendi mahkememi kurmuşum. Hakim, savcı, yargıç,avukat, tanık, şüpheli, suçlu, mübaşir, hakim tokmağı... Hepsi benim. Kendimi içeriye çağırıp, kendimi savunup, kendimi yargılayıp en son vuruyorum tokmağı kafama...
Bazen anayasaya yeni maddeler ekliyorum. Mesela son hükümler şöyle bitiyor;
MADDE 175: Anayasanın Değiştirilmesi ,
MADDE 176: Başlangıç ve Kenar Başlıklar
MADDE 177: Anayasanın Yürürlüğe Girmesi
MADDE 178: Orospu Çocuklarının Köküne Kibrit Suyu Dökülmesi
Evlenmek üzereyim Sema. 4 yıldır her kötülükten sakındığım kadınla... Evlenmek üzereyim ama... Beni sevdiğinden emin olamadığım bir kadınla.
Ne güzel, ne güçlü başlamıştı her şey... Nasıl sıcak, nasıl ikna edici... Yanlış anlama, benim sevgimden bir şey eksilmedi.
Hiçbir şey bozamaz zannetmiştim aramızdaki o bayram sevincini.
Bir yalan, bir bakış, iki söz, hepsi birbirinden tutarsız üç cümle... Bitiriyormuş meğer bütün güveni, inancı, temeli.
İnsanlar “seni seviyorum” dediği, diyebildiği birini nasıl aptal yerine koyup, gözlerinin içine baka, ellerini sımsıkı tuta yalan söyleyebiliyor? Aptal yerine konduğumu düşündüğüm her dakika beynim uyuşuyor. Sonra bütün bedenim.
Bazı insanlar, bazı cümleleri eksik söylüyor. Ve o cümleye ihtiyacı olanlar, o eksiklik tamamlanmadan “ben de” diyor.“Ben de seni seviyorum.” Halbuki cümle “seni seviyorum” olarak başlıyor. “Ama...” diye devam edecek, ettirmiyor. Ama’nın sahibinin işine geliyor. Bıyık altı gülümsüyor. Sen zannediyorsun ki, o gülüş sevgi cıvıltısı. Sonra anlıyorsun ki, o gülüş müthiş bir intikam kırıntısı...
Bu insanlar, aptal yerine koydukları insanların da onları aptal yerine koyabileceklerini hiç mi düşünmezler... Ben söyleyemez miyim, onlarca yalan. Ben ihanet edemez miyim, onun benimle anlam bulan her duygusuna, emeğine, çabasına... Dişlerim, ağzım, çenem ağrıyor artık. Onun benim yanındayken yüzsüz yüzsüz hayatın keyfine varması... İçimdeki çığlıkların farkında olmaması... Ne yorucu bir bilsen. Kocaman bir kahkahanın ardından, sertçe sıkılmış dişlerin ağrısı kalıyor, ruhumun acısının yanında.
Kollarımın arasına alıp, sarmak istiyorum onu. Sonra sarsmak. “Bak ben buradayım” demek. “Bak ben burada ve senin ihanetinin karşısında... Dimdik, yüzüm sana dönük. Yüzümü senden izin almadan başka yere dönemem ben, kıblem sensin, ne olur sen de bir kere gerçekten bak bana...” Sonra kolunu incittim mi diye sorup, özür dilemek istiyorum. Ben ona kızarken de onu düşünüyorum. “Bak güzelim, seni seven birine ihanet etmek yakışmaz sana. Sonra, belki çok sonra pişman olursun. Gözünden bir yaş dökülür, benim içim acır, ben boğulurum yine bir damla suda... Ne olur içini aç bana, söyle ne itiyor seni yalanlara. Bir kere doğruyu söyle bana, beni kaybetmekten korkmadan dökül bana. Çünkü sen konuşmadıkça, gözlerini benden kaçırdıkça kaybedeceğin biri bile olmaktan çıkıyorum ben. Buhar oluyorum, duman oluyorum. Bak kalbimin zehrini elinde, panzehrini dilinde tutan kadın... Çıkar beni o yedekler listesinden. Gör beni ki, evdeki aynaları söktüğüm gibi yerine tekrar asıp, kendi yüzüme bakabileyim...”
Bir ay sonra 32 yaşına gireceğim. Ama ben 3-2-1 diye geri sayacak bile nefes hissetmiyorum ciğerlerimde... Ne sigara içerim, ne alkol tüketirim. Ben kendimi tüketirim Sema... Bazen öksürürken ciğerlerim patlayacak gibi oluyor. “Patla” diyorum içimden; patla, zehirle, süründür, öldür beni...”
Yaşamak için sebep aramaktan geçtim artık ben. O henüz toprak altında kalmanın dehşetini daha ölmeden tatmayanların işi.
Ölmek için sebep lazım bana, fırsat lazım. Mesela bir gün balkonda çiçeklere su verirken, 50.kattan aşağı düşeyim. Düşerken, uçan bir kuş bıçak saplasın bana. O an dolu yağmaya başlasın, beyin hücrelerime hücrelerime düşsün cevizden daha büyük parçalar. Tam ölmek üzereyken unutayım her şeyi.
“Artık hatırlamıyor” yazsınlar mezar taşıma.
Bu sıkışmışlık, bu içimi parçalayan sessiz çığlıklar kimsenin suçu değil; ne anamın, ne o kadının, ne de yalanlarıyla hayatımda var olanların... Hepsi benim suçum. Gitmek için onay beklercesine gözlerimin içine bakanlara “git” diyemediğim için... Bazen “seni seviyorum” cümlesi yerine “seni sevmiyorum” cümlesini duymanın bana daha iyi geleceğini bilmediğim, bilmek istemediğim için. Birinin hayatında yedek olarak tutulmanın, yalnız kalmaktan daha iyi olduğunu düşünen korkak bir aptal olduğum için, birini severken ağzından çıkan her kelimeye koşulsuz şartsız inanmam gerektiğini düşündüğüm için, bir parça sevgi uğruna gözlerimi kör, kulaklarımı sağır ettiğim için...
Doğum günümde bir hediye verse bana. Geçse karşıma, baksa bana; ister öfkeli, ister üzgün, ister dalga geçer gibi.
İçinde ve sonrasında “ama” barındırmayan bir cümle söylese. “Seni sevmiyorum Ömer” dese. Ben de “anladım” desem. Anlamanın verdiği bir huzur kaplasa yüzümü. Belirsizlikler kanatlanıp çıksa o an ruhumdan. Başka bir şey söylemese, orada öylece beklese. Ben dimdik ayağa kalksam, gitsem, süzülsem artık nefes alabilmenin zevkiyle... O gitmese. O daha önce gelmediği, gelemediği yeri bir görse. İçinde ben yokken, benim yüzüme bakıp, acıması gerekmeden, içinde nefes almaya çalıştığım harabeyi bir görse. Belki biraz koklasa etrafı, tiksinse... Sonra kaybolmaktan hoşlandığı yere, çıkmak istemediği labirentine dönse...
Neyse bunların hepsi mucize işte.
O gün geldiğinde bana marketten popkek alsa, üzerine bir mum dikse; “seni seviyorum, iyi ki doğdun” dese...
Ben bacaklarını yorup markete gitti diye, mumu yakarken parmaklarını çakmağa sürttü diye ömür boyu minnet duyarım. Benim için emek verip, kek alan, mum diken, iyi ki doğduğumu söylemek için söylemek için bir kaç nefes fazla alan insana minnet duyulmaz mı?
Sevgi konusuna gelirsek, boşver zaten annem bile sonradan sevmiş beni. Belki o da sonr...
-Neyse bi kahve?
Yorumlar
Yorum Gönder