Ana içeriğe atla

Dönme dolap.



Sana dokunduğumda hissediyor musun?
Neyi?
Hayretle atan kalbimi, kan değil telaş pompalayan kalbimi... Hiç bilmiyorsun değil mi? 
Neyi?
Sesini biraz daha duymak için seni soru yağmuruna tuttuğumda beliren o sıkılgan yüz ifadeni... 
(Utanmış bir gülümseme)
Çok güzel gülümsüyorsun, bunun nasıl da farkındasın değil mi? 
(Ses yok)
...
(O yok)
...
Sorular çok...
Cevaplar sadece bilinçdışının yarattığı bir dönme dolap. 
Ve dönen dolapta; Öpüşen sevgililer, kavga eden anne-kız, hormon kokan genç oğlanlar, elindeki pamuk şekeri bütün yüzüne bulaştırmış küçük çocuk, sürekli sırtındaki yara izlerini kontrol eden ama elindeki bıçaktan habersiz her şeyin haklısı yaşlı amca, yolcu almak için dönme dolabı her durdurduğunda, zamanı durdurduğunu zanneden aptal bir çalışan...

Kendini bu kişilerden birine ait hissedemedin mi? 
Hissetmelisin.
Üzgünüm hepsi sensin, hepsi senin...

Neden konuşmuyorsun
Ben yokum.
Yalancısın. Asıl ben yokum en çok sen varsın. Sen öldün ama varsın. Sesini hatırlıyorum, saçlarını hatırlıyorum, saçlarını en son ne zaman boyattığını, boyattıktan sonra beğenmeyip ağlamaya başladığın dakikayı bile hatırlıyorum. Üzgünüm ama sen varsın. 
Adın Şükran.
Adını hatırladığım sürece her cevaba ihtiyacım olduğunda karşımda olacaksın.   
Benim adımı bilen yok, benim adımı eğer şanslıysam kahve siparişi verirken starbucks çalışanı sorar, belki gerçek adımı söyler Osman derim, belki o an aklıma sen gelirsin Hamdi derim, Kâzım derim. 
(Kahkaha) 
Hamdi mi? Kâzım mı? 
Seni hiç kendine ait hissettiremedim mi ben? 
Dur şimdi, burada soruları ben sorarım. Sen sadece cevapsın. Ölmek için acele etmeseydin... Neyse.
Bana deli diyorlar biliyor musun? Birini hatırlayıp, birini yaşattığım için bana deli diyorlar. Kendi kendime konuşuyormuşum, duvara bakıp gülümsüyormuşum, yastığı öpmüşüm, yorganla sokaklarda yürümüşüm...
Onlar ne yapıyor ki benden farklı? Her gün yüzü duvar gibi insanlara laf anlatmaya çalışmıyorlar mı? Gece yarısı yastığa sarılmış şekilde gözlerini açıp yalnızlıklarına üzülmüyorlar mı? Yorganı sadece ısınmak için değil, belki bir şeyleri gizler diye tek kişilik yataklarına çift kişilik boyutlarda almıyorlar mı? 
Ben sana deliyim, seninle deliyim. Sen olmazsan hiçbir şeye cevabı olmayan bir akıllı mı olacağım? Kime faydam olacak ki öyle? Kendime mi? Hayır. Seni yaşatıyor olmasam, sabahları yüzümü yıkamam, yüzüme tükürürüm. Sakallarımı kesmem çünkü jilet bileklerime doğru uzanmak ister. Seni yaşatmasam kediler açlıktan ölür biliyor musun? Nereden bileceksin ki... Kedilere bakıp senin kedi gibi sırnaşmalarını hatırlıyorum, o anlar hafızamda daha çok kalsın diye cebimde mama taşıyorum. Bazen “gitme kedi” diyorum. “Bak burada bütün anılara yetecek kadar mama var.” Bazen tırnak atıp gidiyor kedi. Senin gibi... 
Bazen de kuyruğu havada senin hayaletin gibi süzülüyor etrafımda...

Yine sessizsin, sanki seni suçluyor olmamdan hoşnut değilmişsin gibi bakıyorsun... Ne oldu? Öldüğünü kabul ettin de suçlu olduğunu kabul edemiyor musun? 

Ben suçlu değilim, ben senin suçunum. 
Beni öldürmediğin, benim toprak olduğumu kabul etmediğin sürece cinayet işleyeceksin. 
Ben senin hem cinayet aletin, hem de defalarca katlettiğinim.

Bilinçdışımın en güzel cevabını aldım, çünkü cevabı seninle yarattım. Ben romantik bir adam değildim, baksana tüm bunlar için ölmeni beklemişim. 
Evet seni kızdırmaya çalışıyorum, yüzünü gülümserken hatırlarsam ben daha çoook katil olurum... Sinirliyken bizim tekelci Ali abiye benziyorsun. Yuh! Yüz ifadene bakınca bile ağzın rakı kokuyor. 
Düş beynimden, seni son kez öldürüyorum. 
Ne oldu gidiyor musun? 
Gitme! 
Kalbim, beynimin kıvrımları kadar orospu değil. Burada rahat uyursun



Bu arada;
Senin Adın Şükran, benim de Osman, Kâzım ya da Hamdi...


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Senin Suçun Değildi

  Hava her zamankinden daha sıcaktı. Ağustos’un kendini sonbahara bırakmasına beş gün kalmıştı. Bir yere yetişmeye çalışır gibi hızlı hızlı yürüyordum. Oysa hiç acelem yoktu. Kafamdaki sesleri kovalarken hızlanmış ve sıcağın da etkisiyle nefes nefese kalmıştım. Dinlenmek için gölge bir yer aradı gözlerim. Aşık paşa camiinin yanındaki çocuk parkı dikkatimi çekti. Ihlamur ağacının altındaki banka yöneldim. Oturdum ve gözlerimi kapattım. Birkaç ay önce olsa ıhlamur çiçeklerinin beni nasıl hapşırtıp, rahatsız edeceğini düşünürken bir anda hapşırmaya başladım. “Çok yaşa” dedim kendime. O sırada parkın yanındaki camiden “El Fatiha” sesi yükseldi. Ölümle yaşam arasındaki o ince çizginin, inciten gülümsemesi yayıldı yüzüme.  Sessiz sakin diye oturduğum park bir anda çocuk bahçesine döndü. Babasıyla cuma namazını kılan çocukların koşuşturması sardı etrafımı. Oradan kalkıp; kendimi Cibali’ye doğru bırakmakla, orada kalıp etrafımdaki seslerin, kafamdaki sesleri susturmasını beklemek aras...

Nazife Hala

Nazife Halam, Emine yengeyle evlenmeden önce askermiş, Kara kuvvetlerinde hatırı sayılır bir mertebedeymiş. Evlendikten 3 yıl sonra Diyarbakır’da bir köye tayin emri gelmiş. Halam, ilk başlarda yengemi oraya götürmek istememiş. “Ben karımı çatışmaların içinde yaşatamam” demiş. Ama bir süre sonra Emine yengenin kararlılığını görünce “tamam” demiş. Zaten en başından beri karısından ayrı kalma fikri içine sinmemiş ama seçimi o yapsın istemiş.  Emine yenge, annemin anlattığına ve elimizde kalan fotoğraflarda gördüğüme göre kusursuz bir güzelliğe sahipmiş. Kusursuz olan tek şeyi güzelliği değil, halama karşı olan olan aşkı da öyleymiş. Yaydığı güzel enerjiyle bunu fark edemeyen insan olamazmış.  Ben sadece halamın yıllardır dinmeyen aşkının şahidiyim. Çok sevdiği karısının halama karşı bakışlarını hiç göremedim.  Benim doğduğum yıl taşınmışlar Diyarbakır’a... Ben 3 yaşındayken de Emine yengem vefat etmiş.  Şimdi 18 yaşındayım, Nazif amcam 15 yıldır ha...

Bırak, öleyim.

7 yıl önce bir cenazeye yetişmeye çalışırken otobüste tanıştığım,    yol boyunca benimle ağlayan o an hiç tanımadığım, sonra hayatımın en güzel parçalarından bir olan    Sevim teyze ölmüş geçen hafta. Kızı aradı beni “Sevim teyzeni kaybettik” dedi. “Eşyalarını toplarken, günlüğündeki satırlarda sana rastladık çok kez, günlükleri sende kalmalı diye düşündük. Karamürsel’e geldiğinde bize mutlaka uğra...”  12.05.2013 Sana mecbur kalmamak için, kendime mecbur kaldım. Sen kendine mecbur kalmak nedir bilir misin? Hiç aynanın karşısına geçip ağladın mı haline, gözyaşını silmek istersen kestin mi aynadaki çatlaklarla ellerini? Seni taklit eden yansımana üzüldün mü hiç? Başkasını o halde görsen kahrolursun, ama kendine mecbur kaldıysan uzun uzun bakar sadece biraz üzülürsün.  Seninle daha doğrusu, senin hatıralarınla bir daha karşılaşmamak için uzun uzun yürüyüşler yapmayı en sevdiğim sahile bile gitmedim. Zihnimin anı sokaklarında alzaymır olmayı seçtim....