Ana içeriğe atla

Nazife Hala






Nazife Halam, Emine yengeyle evlenmeden önce askermiş, Kara kuvvetlerinde hatırı sayılır bir mertebedeymiş. Evlendikten 3 yıl sonra Diyarbakır’da bir köye tayin emri gelmiş. Halam, ilk başlarda yengemi oraya götürmek istememiş. “Ben karımı çatışmaların içinde yaşatamam” demiş. Ama bir süre sonra Emine yengenin kararlılığını görünce “tamam” demiş. Zaten en başından beri karısından ayrı kalma fikri içine sinmemiş ama seçimi o yapsın istemiş. 
Emine yenge, annemin anlattığına ve elimizde kalan fotoğraflarda gördüğüme göre kusursuz bir güzelliğe sahipmiş. Kusursuz olan tek şeyi güzelliği değil, halama karşı olan olan aşkı da öyleymiş. Yaydığı güzel enerjiyle bunu fark edemeyen insan olamazmış. 
Ben sadece halamın yıllardır dinmeyen aşkının şahidiyim. Çok sevdiği karısının halama karşı bakışlarını hiç göremedim. 
Benim doğduğum yıl taşınmışlar Diyarbakır’a... Ben 3 yaşındayken de Emine yengem vefat etmiş. 

Şimdi 18 yaşındayım, Nazif amcam 15 yıldır halam.

Bu bir veda mektubudur / 05.02.1977
Ben Nazif. Vedalaştığım ve vedalaşacağınız kişi de Nazif. 
Bundan sonra benim cinsiyetim de göbek adım da Emine, nüfusa kayıtlı ismim de Nazife. 
Anacığım, neden yorgun bana karşı o bakışların? 
Babacığım, neden her an ters dönecekmişsin gibi yumuşak mezarındaki toprağın? 
Kardeşim. Tek sığınağım... Her halimle bana sarıldığın için minnettarım.
Sevgili akrabalarım ya da sevgisiz akbabalarım. Hayatım boyunca sizden kaçtım. Şimdi son ses müziğinizi açın bu size son çığlığım. 
Arkamdan “delirdi” demiştiniz. “Kudurdu bu” diyen bile olmuş. 
Ben sadece hayatta kalmaya çalışıyorum, hayatımı yaşatmaya çalışıyorum. Aynaya baktığımda Emine bana gülümsüyor, her konuştuğumda Emine bana “seni seviyorum” diyor.
Ama ne olur siz bana yalandan gülümsemeyin, o kinli bakışlarınızla Emine’mi kirletmeyin.
Kan kardeşim Ömer, yıllarca dost olduğumuzu zannetmiştim. Meğerse kollarımıza attığımız bir çizik, akan iki damla kan yetmiyormuş birbirimize kenetlenmeye... Nazif seni çok sevmişti ama Nazife’nin hassas kalbi dayanamaz “elalem ne der” kaygısıyla gizli gizli görüşmelere...
Ve sen Nazif... Boş beden, anlamsız ruh, şişirilmiş balon... Karısı kollarında ölürken başını yere düşürecek kadar güçlü kollara sahip komutan. Ölümden korkardın... Bak sonunu kendin hazırladın.
Şu saat itibari ile adımı Nazife, göbek adımı Emine olarak kabul etmeyenlerle görüşmeyeceğim. Nazif’in konusunu açanlara sırtımı döneceğim. 

Son sözüm de anneme;
“Anacığım saçımın karasına bakmadan bir kez altın kızım diyerek başımı okşasan...”


Liseye yeni başladığım dönemlerde okudum ben bu mektubu. Şaşırdım ama anlamak istedim. Belki de aşkın ne olduğunu ben mektubu okuduktan sonra  öğrendim. Halamın aslında amcam olduğunu kavramak güç oldu.  Emine yenge teröristlerin okul yoluna yaptığı saldırıda hayatını kaybetmiş, halam hastaneye yetiştirememiş Emine yengeyi, o zarif kadın halamın kollarında can vermiş.  O günden sonra hiçbir şey normal olamamış. Halam her yerde rahmetli eşinin hayalini görmeye, onunla konuşmaya başlamış. Psikolog ve psikiyatristler yas sürecinde böyle şeylerin olağan olduğunu, zamanla azalacağını söylemişler ama azalmak yerine sanrıların sıklığı giderek artmış. Annemin anlattığına göre, halam sayısını  hatırlayamayacakları kadar çok intihar girişiminde bulunmuş ve her seferinde “ben bu kalbi nasıl öldürürüm, Emine’yi seven kalbe nasıl kıyarım” diye ağlarken bulunmuş. Aylarca sürmüş bu durum. Bazen odasından ağlama sesleri yükselmiş, bazen de uzun sessizlikler... 
Bir gün ev halkı gözlerine inanamamış, çünkü halam gülümsüyor, keyifle kahvaltı yapıyormuş. Bir anda “ayol yaşamak ne güzel, siz bir de yaşatmayı görün” diye yükselmiş. Herkes şoka girmiş ve halam eklemiş; “Madem Emine’m bu kollarda öldü, madem bu gözler Emine’den başkasını görmüyor, madem bu kalp sadece Emine için atıyor. O zaman bu beden kadın olacak ve karımı yaşatacak.” Uzun uzun susmuş herkes ama çok uzun zaman geçmeden halam gerekli tedavilere başlamış ve yeni hayat mücadelesi için bir adım atmış. Çok kırmışlar bu süreçte halamı... Konu, komşu, akrabalar... Halam dayanamamış baskıya bir mektup bırakarak gitmiş Almanya’ya...  Bu gerçekleri öğrendikten sonra halamın, o kadın bedenine ait olmayan sert sesi beni bir daha ürkütmedi. Bakışlarımda anlam verememezlik yoktu artık. Bizi ziyarete geldiği her yaz tatilinde ona daha sıkı sarıldım. Bu yazıyı yazmama vesile olan şey de Halamın geçtiğimiz yaz tatilinde içini bana açmasıydı. Uzun uzun anlattı geçmişini. Huzurla haykırdı yaşatmaktan vazgeçmediğini Emine’sini, her şeyini...

Muhasebeciydi Emine, Diyarbakır’a gidince bütün gün evde boş durmak istemedi. Bilirsin ya oğlum köy okullarında hep öğretmen eksiği vardır. Gönüllü öğretmenlik yaptı masum çocuklara. Her akşam eve kocaman gülümsemesiyle gelirdi. Her çocuğun hikayesini kalbine işlerdi. Bazen çok ağlardı benim karım, öğrendikleri ağır gelirdi. Kıvrılır bir köşeye hıçkıra hıçkıra ağlardı. Benim de hiçbir şey yapamayışımla kavrulurdu içim. 
“Biliyor musun? Ben Emine olduktan sonra hiç ağlamadım. Hep güldürdüm Emine’mi, hiç dökmedim yüzünü... Zaten bir avuç kadardı yüzü.”
Çok aşıktık biz, hiç ayrılmayacaktı ellerimiz... Hainler aldı onu benden ama Emine’yi de ben aldım hayallerinden... Benim yüzümden gitti uzaklara, benim yüzümden eksik yaşadı... Ait olmadığı bir şehirde, savunmasız göğsünden vurdular Emine’yi. Hem de üç kere... 
Kendimi affedemedim o zamanlar oğlum... Psikolog kendinle yüzleş dedikçe, ben kafama silah doğrulttum. 
Yapamazdım... Ben kendim olarak bu dünyada kalamazdım. Kimseler anlamayadı beni, hâlâ daha anlayamadılar. Boşver başkalarını... O baban var ya... İyi ki var.”



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Senin Suçun Değildi

  Hava her zamankinden daha sıcaktı. Ağustos’un kendini sonbahara bırakmasına beş gün kalmıştı. Bir yere yetişmeye çalışır gibi hızlı hızlı yürüyordum. Oysa hiç acelem yoktu. Kafamdaki sesleri kovalarken hızlanmış ve sıcağın da etkisiyle nefes nefese kalmıştım. Dinlenmek için gölge bir yer aradı gözlerim. Aşık paşa camiinin yanındaki çocuk parkı dikkatimi çekti. Ihlamur ağacının altındaki banka yöneldim. Oturdum ve gözlerimi kapattım. Birkaç ay önce olsa ıhlamur çiçeklerinin beni nasıl hapşırtıp, rahatsız edeceğini düşünürken bir anda hapşırmaya başladım. “Çok yaşa” dedim kendime. O sırada parkın yanındaki camiden “El Fatiha” sesi yükseldi. Ölümle yaşam arasındaki o ince çizginin, inciten gülümsemesi yayıldı yüzüme.  Sessiz sakin diye oturduğum park bir anda çocuk bahçesine döndü. Babasıyla cuma namazını kılan çocukların koşuşturması sardı etrafımı. Oradan kalkıp; kendimi Cibali’ye doğru bırakmakla, orada kalıp etrafımdaki seslerin, kafamdaki sesleri susturmasını beklemek aras...

Bırak, öleyim.

7 yıl önce bir cenazeye yetişmeye çalışırken otobüste tanıştığım,    yol boyunca benimle ağlayan o an hiç tanımadığım, sonra hayatımın en güzel parçalarından bir olan    Sevim teyze ölmüş geçen hafta. Kızı aradı beni “Sevim teyzeni kaybettik” dedi. “Eşyalarını toplarken, günlüğündeki satırlarda sana rastladık çok kez, günlükleri sende kalmalı diye düşündük. Karamürsel’e geldiğinde bize mutlaka uğra...”  12.05.2013 Sana mecbur kalmamak için, kendime mecbur kaldım. Sen kendine mecbur kalmak nedir bilir misin? Hiç aynanın karşısına geçip ağladın mı haline, gözyaşını silmek istersen kestin mi aynadaki çatlaklarla ellerini? Seni taklit eden yansımana üzüldün mü hiç? Başkasını o halde görsen kahrolursun, ama kendine mecbur kaldıysan uzun uzun bakar sadece biraz üzülürsün.  Seninle daha doğrusu, senin hatıralarınla bir daha karşılaşmamak için uzun uzun yürüyüşler yapmayı en sevdiğim sahile bile gitmedim. Zihnimin anı sokaklarında alzaymır olmayı seçtim....